Güzel Şairlerden Güzel Şiirler 1 | Yanınızda Şiir Kitabı Taşıtacak Şiirler | Herkese merhabalar! Bu yazımızda biraz edebiyattan bahsedelim istiyorum. Romanlar güzel eserler, fakat uzunluk ve hikâye bütünlüğü açısından bakınca elimde sürekli gezdirip parça parça okuduğumda biraz tadının kaçtığını düşünüyorum. Bence romanlar geniş zamanlar isteyen, bir eline alışında şöyle en az 20-30 sayfa okunması gereken eserler. Birer sayfa ikişer sayfa okunduğunda hikâyenin tadı kaçmıyor mu?
O yüzden günlük hayatımın dar vakitlerinde, seyahat ederken duraksadığım, bulduğum kısıtlı zamanlarda şiirleri tercih ediyorum. Anlam olarak bir yerde yoğunlaştırılmış edebiyat gibiler. Bir şiir yeri geliyor bir romandan daha büyük anlamlar taşıyabiliyor…
Benim özellikle şiir okumayı sevdiğim yerler ve zamanlar var ki ben bunlara “Göğe bakma durakları” diyorum. Hayatın yoğunluğu ve koşuşturması arasında bir an durup, bir soluk alıp göğe baktığımız anlar…
Kahve içerken bulunan 10 dakikalık molalar mesela, o sırada bir roman karıştırmak biraz yarım yamalak olabilir ama 10 dakika bir şiir için görece yeterli bir zamandır.
Seyahat ederken de yanıma şiir kitabı almayı daha çok tercih etmeye başladım. Seyahat neticede vakit bulurum, bulamam; geniş zamanım olur, olmaz. Ama elimin altında bir şiir kitabı olduğunda şöyle ara ara karıştırmak çok keyifli olabiliyor. Hem görece ince oldukları için taşıması da daha kolay ve pratik oluyor.
Şiirleri kurcaladıkça hiçbirini pas geçemedim o yüzden çok uzatmamak adına yazımızı 2 bölüm olarak ele alacağız.
O zaman ilk bölümümüze Turgut Uyar’la başlayalım, göğe bakma duraklarında okunacak diğer şiirlerle devam edelim…
Turgut Uyar | Güzel Şiirler
Göğe Bakma Durağı
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat.
Durma göğe bakalım.
Acıyor
Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun
sevgim acıyor
Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
ötede beride yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı firengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
Bütün söz vermelerin tarihçesi
sevgim acıyor
Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
o kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar
Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
Kış geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazan yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar
Cahit Sıtkı Tarancı
Otuz Beş Yaş
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Bu şiirde aslında beni çok etkileyen bir yer var:
“Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.”
Bir göğe bakma durağında bu şiiri okuduğumda “gökyüzünün Cahit Sıtkı rengi”ni merak ederdim, gökyüzünün o “başka rengi”nin gün batımında bir yerde olduğunu düşünürdüm… Fakat bir gün, bir gün doğumunda fark ettim ki, o renk muhtemelen gün doğumunda bir yerde. O renk, “Her doğan günü bir dert olduğunu” düşünen adama günün doğduğunu haber veren renk olmalı…
Ömer Hayyam
Ömer Hayyam’ın hayat felsefesini ve yaşam tarzını çok beğeniyorum. Rubaileri sadece 4 cümle bile olsa derin anlamlar barındırabiliyorlar… Birkaç örnek verelim:
Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!
—
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte
—
Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?
—
Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,
Cennet-i âlâ meyhane midir?
Her mü’minine iki huri vereceğim diyorsun
Cennet-i âlâ kerhane midir?
Nazım Hikmet Ran
Davet
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…
Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam
Rüzgâra karşı yürüyorum
Yamalı caddelerinde bu şehrin.
Düşümde Gülüşü deniz mavisi çocuklar
Bir memleket var düşümde dostlar
Sahibi çocuk suratlı adamlar
Bir memleket var düşümde bu akşam
Sahiden özlenilebilen bir diyar
Ben bir başıma bir deli
Ben sanki bin yaşında bir deli
Bir memleket özledim ki sormayın
Her yanı gülden kemerli
Fakat ne işim var bu şehirde
Batanları gülüşünden belli
Her şey ne kadar da arabesk
Bazı evlerde cenaze; bazılarında düğün sesleri
Hüzünle, mutluluk yan yanaydı gördüm
Gördüm kavuşmakla ayrılmayı
Bir metro istasyonunda
Lanet okuyordu kızlar erkeklere
Yalvarma makamındaydı erkekler; gördüm
Ben bir başıma bir deli
Ben sanki bin yaşında bir deli
Yamalı caddelerinde bu şehrin.
Yürüyorum rüzgâra karşı
Düşümde Gülüşü deniz mavisi çocuklar
Nazım Hikmet’in Moskova’daki mezar taşında “Rüzgâra karşı yürüyen adam” bulunuyor…
Karlı Kayın Ormanı
Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?
Ayışığı renginde kar,
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?
Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak.
Ben ordan geçerken biri :
“Amca, dese, gir içeri.”
Girip yerden selâmlasam
hane içindekileri.
Eski takvim hesabıyle
bu sabah başladı bahar.
Geri geldi Memed’ime
yolladığım oyuncaklar.
Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.
Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.
Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap,
daha yüz yıl yaşar halı.
Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.
En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak :
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.
Memleket mi, daha uzak,
gençliğim mi, yıldızlar mı?
Bayramoğlu, Bayramoğlu,
ölümden öte köy var mı?
Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.
Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova…
Peki, o zaman sizce? “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” Bu soru benim zihnimi oldukça meşgul etti. Ben cevabını veremedim.
Son olarak Nazım Hikmet’in dünyaya mal olmuş bir şiirini de ekleyelim.
En Güzel | Güzel Şairlerden Güzel Şiirler
En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür…
Can Yücel
Sevgi Duvarı
Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat-sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi
Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık öyle seçik ki
Başucumda bir sen varsın bi de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi
Her Şey Sende Gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif…
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü…
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin…
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün…
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin…
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin,
bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…
Şiir severler için güzel bir yazı olduğuna inanıyorum, her birini özenle seçtim. Aslında bu yazı biraz da küçük bir arşiv niteliği taşısın, kenarda dursun, ara ara açıp okuyalım diye düşündüm.
Orhan Veli’den bir alıntıyla bitirelim o zaman…
“Karışık bir iş vesselâm.
Deli dolu yazar kalem.
Yazdığı da ne? Bir sürü
İpe sapa gelmez kelâm…”
Kapadokya’daki göğe bakma duraklarım için: Kapadokya’da Gün Doğumu ve Gün Batımı İzleme Noktaları
Diğer yazılarım için: Şahika Erdoğmuş
Instagram hesabıma da şuradan ulaşabilirsiniz: sahika.e